Yonlendir

7 Ağustos 2016 Pazar

  15 Temmuz 2016 ANKARA 



  Bu yazımda her zaman olduğu gibi keyifli bir giriş yapıp mutlu kremalı makarnalardan ya da tuğçelediğim herhangi bir andan bahsetmek isterdim ama bu kez öyle olmayacak. Hepimiz için talihsiz biz Sosyal Ayraclar ekibi için dibine kadar mutlu, bir o kadar da acılı anlardan bahsedeceğim. Tıpkı hayat gibi; bu kez acısıyla tatlısıyla bir yazı olacak. Heyhat!

    Bildiğiniz üzere benim Sosyal Ayraçlar isminde bir ekibim var.  Pazarlama İletişimi ve Sosyal Medya ile alakalı kitapları ve filmleri tarayıp yazılar yazıyoruz. Çiçeği burnunda sitemiz TRT Geleceğin İletişimcileri Yarışması'nın blog dalında ilk üçe girdi. Ta taaamm! Mutluluktan uçuyoruz. Emeğinin karşılığını almak nasıl bir duygudur anlatamam, emeklerinin karşılığını alanlar bir adım öne çıksın. Günlerce Ankara'da TRT stüdyolarında gerçekleştirilecek olan yarışma gününü iple çektik. Günler suda sabun gibi eridi ve 15 Temmuz'a sadece iki gün kaldı. Bu esnada Erasmus tecrübelerini aktardığı yazısından tanıdığınız yakın arkadaşım Berna ve diğer gezgin arkadaşım Bilge ile Ankara'ya geçmeden evvel bir Kapadokya turu yapalım dedik. Tipik Kayserili itemi! Başka şehre geçmeden evvel dibindeki Kapadokya'ya muhakkak uğrar, bi' hatrını alır, enfes balon manzaraları ve peri bacaları eşliğinde günü doğurur öyle geçer hangi şehre geçecekse...






  Ne güzel bir gündü; sıkıntısız, neşeli, kız kıza... Ertesi günün hayatımda yaşayacağım en kötü gün olacağını nereden bilebilirdim. Üstelik ilk gençliğimden beri her zaman yeri bende ayrı olan tutkuyla sevdiğim şehir Ankara'da yaşanacağını... Yani sen dur dur, biz iki gün Ankara'ya uğrayalım... Hay bin talih! diyeceğim de diyemiyorum... Şansa laf edilmesinden hoşlanmıyorum çünkü benim bu ailede namım bugüne kadar ''Tuğçe hep dört ayağının üstüne düşer'' şeklinde söylenegeldi. Garabet bir Temmuz ayı yüzünden yirmi üç yılı çöpe atamam. Direniyorum acılarına yine dünya! Bir de kelimelerin gücüne fazlasıyla inanıyorum, ''Şanssızım'' denince şanssızlık mıknatıs gibi çekiliyor. O yüzden ''Vardır bunda da bi' şans!'' de geç. Zaten ablamın olayların en sıcak olduğu anlarda kan beynime sıçrarken verdiği ilk moral cümlesi; ''hadi yine anlatacak bi' şeyin var, iyisin.'' Oldu. İyi miyim? Nasıl ya? Ben öleyazdım ama? ''Beni beni Bihter'ini'' böyle mi yatıştıracaksın? La havle!

Bir Günde 365 Gün!



''Bir günde 365 gün'' adlı bir eser var mı bilmiyorum ama biz o gün o eseri yazdık!'' Otele sağ olsun Ali'nin yardımıyla apar topar kendimizi atabildiğimizde odamıza çıkarken Fatma'yla yaptığım konuşmayı hatırlıyorum.'' Fatma beni silk ve kendime getir. Kabusta mıyız? Uyanınca geçer ya ne zaman uyanıcaz?!'' Ben hayatımda en fazla depremi yaşadım, o da bir '99 depremi filan değil. O yüzden yaşasam yaşasam böyle bir günü o ana kadar kabuslarımda yaşamışımdır, o da uyanınca bir ''oh'' dersin geçer. Bekliyorum, geçmiyor. Üstüne bir de çok yakınımızda bomba patlıyor. Otel sallanıyor, otelin ön kısmının camları yerle bir... Nereye kaçacağımızı şaşırıp birbirimize sarılıyoruz. Herkes bağırmaklı, ağlamaklı... Bir arkadaşımızın astım krizi geçirecek gibi olduğunu fark ettiğimiz an diğerlerinin toparlanıp kendine geldiği an oluyor. Kendini unutup onu düşünmeye başlıyorsun. Sanıyorum en özel anlardan biriydi. Yaşamasam o anı, cesurca kendimi toparlayıp başkası için uğraşabileceğim aklıma gelmezdi. Oluyormuş. Sandığımızdan daha güçlüymüşüz meğer, sandığımızdan daha aciz...



 
   Ödül gecesini televizyondan takip eden yakınlarımız, arkadaşlarımız aramaya başlıyor. Sanıyorum yaklaşık bir saat ortalıkta dışarı düşen gözlerimle ruh gibi gezinip hiçbir şey konuşamadım. Otel bu kadar sarsılırken, olayların tam göbeğindeyken ''bu gece burada ve hayatta son gecemiz olacak ya da otelde mahsur kalacağız bir kaç gün muhtemelen.'' diye düşünmeye başladım. Ne düşünebilirim ki o esnada? Kulaklarımdan gitmiyor uçak sesleri, bomba sesleri, çığlıklar... Tüm bu hisleri yaşarken merak edip arayan herkesi ''Güvendeyim, iyiyiz'' şeklinde yatıştırdım. Hayaller, hayatlar kepsi gelecek buraya.

  Gece bir buçuk sularında aldığımız telefon yüreğimize bir nebze de olsa su serpmeye yetti. ''Olaylar duruluyor.''  Bir nefes ''oh!'' çektik. Sabaha karşı beş suları sızmışız koridorda...

   Dört saatlik uykunun sonunda uyanıyorum, ama hala kabustan uyanmış değilim. Ardı arkası kesilmeyen son dakika haberlerinin içine açıyorum yine gözlerimi. Berbat haldeyiz, ama kahvaltı zamanı. İki saat sonra ölecek olsam yemeği affetmem. En son bir gün önceden saat üçte yediğimiz kebapla duruyorum. Zaten oradan da künefe yemeden çıkmıştık. İçimize oturdu, akşamında aç sefil ölümü beklerken öğlenki o hoyrat tavırlarla ''gerek yok, yemeyelim'' demeler... Nereye gerek yok? Yemek buldun yiyeceksin. bundan sonra böyle!

  Öğle saatleri... Otelden bir telefon. ''Odayı boşaltmanız gerekiyor.'' Nereye yahu nasıl? Sen ne dediğinin farkında mısın? Güvende bir yere çıkana kadar buradayız. Sonuç olarak bir kriz anı ve siz de bu ortamı sağlamak zorundasınız. Halkla İlişkilerci yönümün bana verdiği bilgiye dayanarak konuşuyorum. Kem küm bir şekilde kabul etmek zorunda kaldılar.''Hayat devam ediyor'' söyleminden nefret ediyorum ama ne kadar doğru yine... ''Ateş düştüğü yeri yakıyor.'' söylemi de keza öyle... Yanındakini, kendi kadar düşünen birini gördüğüm zaman umudum tazeleniyor ama genelde tam aksi olduğu için, ölümden döndüğüm o anlarda korkup üzülmediğim kadar üzülüyorum insanlığın bu haline...



  Ertesi gün saat beşte Kayseri'ye biletimiz var. Gel gör ki beni kimse ikna edemiyor. ''Hayır beni bugün Aşti'ye kimse götüremez! Iıı-ııh gitmiycem!'' (GÖTÜRDÜLER) Üzerimde otelin koridorundaki halının üzerine yatıp sabahladığım kıyafetlerim var. Sefiller mode on. Dün geceden beri ev sahibi olmanın da etkisiyle aklı çıkan Berna Aşti'ye gelmiş bizi bekliyor. Canını tehlikeye atışının haddi hesabı yok, hakkı ödenmez. Bu pespaye halle dışarı çıkmış olmamdan olayların bendeki etkisinin büyüklüğüne daha çok kanaat getiriyor Berna. Bir an evvel evime varmak istiyorum. Bir elimizde de gecenin ironisini her an hatırlatan ödülümüz var...

    Otobüse biniyoruz. Berna'nın hüzünlü, korkulu bakışları arasında yola koyuluyoruz. Fatma'yla ''Kurtulduk mu şimdi?'' bakışı atıp sarılıyoruz. Ne çok şey yaşadık beraber... O gece o kadar çok güçlü durmak zorunda kaldık ve aslında yaşayamadık ki acıyı, sarılıp sarmalamaları... Bir an iplerden boşanıp koyverdik gözyaşlarını aynı anda. Normalde aramızda gizli bir anlaşmadır; ben kötüysem o toparlar kelimelerin gücüyle, o kötüyse ben diretirim iyiliğe, umuda... Bu kez öyle olmuyor; aynı anda bırakıyoruz kendimizi. Aslında bıraktığımızı sanıyoruz, çünkü yolculuğun Kayseri'ye olmasının Ankara'dan uzaklaşmak dışında bir anlamı daha var; yüksek lisans başvurusu yapacağız. Dinlenmeden, bir durup anlamlandıramadan yaşananları, hayat telaşı yine başımızda bitiyor. Ama eğer hayattaysan hala tüm olumsuzluğuna inandığın şeylere rağmen, yapılacak tek şey var; yaşamaya devam etmek. I'm alive despite all! You know?

  Nihayetinde yirmi üç yıllık şansımı sorguladığım zamanlar, travmalar geride kalıyor ve tezli yüksek lisansı kazandığımızın haberini alıyoruz. Birlikteyiz...Sevdiğimiz yerde, sevdiğimiz insanlarla. Çalışmaya aynen devam! :)

   Güzel haberler o günleri unutturmak istercesine ard arda geliyor ve ben iş görüşmesine giderken buluyorum kendimi. Hiç aklımda yokken hem de... Olumlu geçiyor, çalışmaya başlıyorum. Yeni bir hayatın kollarındayım artık. Fırsat buldukça koşarak buralarda tuğçeliyor olacağım, beklerim. :)

Yine ne güzel büyüttün bizi hayat, bitmez senin büyütmelerin, çekişmelerin, sürprizlerin. Gönder öyleyse, gönder gelsin!

Görüşmek üzere!










23 Haziran 2016 Perşembe

Polonya'dan mektup var!

Berna Cihan. Blogumuza erasmus yaptığı Polonya'dan katılıyor. Onu biricik abimiz Salih Seçkin Sevinç için çektiğimiz tatlış videomuzdan da tanıyorsunuz. Yarım dönem gideceğim diye çıktı yola, uzattı yaklaşık bir yıldır Polonya'da. Yurda dönmesine yaklaşık yirmi gün var neyseki. Orada öyle güzel zamanlar geçiriyor ve öyle faydalı bir süreç yaşıyor ki buna yakından tanık olan biri olarak kayıtsız kalamadım. Size yaşadıklarını tecrübelerini o şeker diliyle aktarsın istedim. Hazırsanız söz Berna'da. :)


Berna Cihan,Erciyes Üniversitesi, Radyo Sinema Televizyon



Sevgili Erasmus yolcusu

Elinde kağıtlar, oraya buraya koşturup imza dilenmekten bıktın, biliyorum. Süreç daha da uzayabilir, canını daha çok sıkabilir, hiç yalan söylemeyeceğim. Ama öncelikle sana 


“Sonunda bitti cennetteyim artık!” dedirtecek üç muazzam andan bahsetmek istiyorum.


  Birincisi bütün Erasmus evraklarını tamamlayıp, uluslararası ofisten son imzayı aldığın gün... İkincisi tÜm vize işlemlerini halledip; evine postalanan pasaportunu aldiğin gün...
 “Nasil yani? Ben öylesine başvurmuştum. Gidiyor muyum simdi ciddi ciddi?” düşünceleri kafanda uçuşurken, bir yandan ucuz uçak bileti kovalamalar, valiz hazırlamalar…
Üçüncüsü ise kişisel favorim, hayatında ilk defa uçağa Erasmus dolayısıyla binen birinin, tarifsiz ruhsal kondisyonu… Uçak pistten ayrılırken gözümde anılar, gerideki ailem, arkadaşlarım ve önümde dibini göremediğim uçsuz bucaksız bir okyanus… Serüvenlerle dolu.


 Esenboga’ da ailemle vedalastiktan sonra icimde korku ama ayni zamanda heyecan uyandiran saatler basladi. Ucaga bir giriyorsun, Cinlisinden Hintlisine  her milletten insan orada. Baska bir ulke hissini ilk yasadigim yer, benim icin buyuk bir dunyanin kapilarina uzanan basamak olan ucakti.

Bagajimi Esenboga’ da teslim ederken Varsova’ da alacagimi belirttigim icin bagaj pesinde kosmama gerek yoktu. Bu nedenle tek yapmam gereken; pasaport kontrolumu yaptirip, binis kapimi bulmakti. Yani ben oyle saniyordum.

Sirtimda; 8 kilo olmasi gereken ancak cok rahat 15 kilo olan “EL” bagajimdan apar topar cuzdanimi buldum, paralari cikardim. Yurt disinda Turk Lirasi ile ciklet bile alamayacagimi bildigimden, ucus gununden birkac gun once tum parami Euro’ ya cevirmistim. Ancak Maliye Euro Kabul etmemekteydi.

Varsova ucusunun kapisi degistirildi. Yeni kapiniz 107’ dir.” Anonsunu duydum.
107 ne demektir? 
107 sadece dil ile kolay soylenebilen sayidir. Çişin ve 15 kiloluk bagajinla uçusa 30 dakika kala kosabilecegin bir sayi degil.
Ama tıpkı Seyit Onbasi gibi uhrevi bir güç geldi bana ve koştum. Filmlerdeki gibi kapi kapanisindan hemen onceki son yolcu olmayi başardim. Ben de bir nevi Alamanciydim artik. Baslamak bitirmenin yarısıydi çünkü.

”Bindim! Başardim! Gördün mu gümrük? Gördün mü Maliye? Gidiyorum ulan! Ne getireyim size Polonya’ dan? Ehuehue...” Nidaları içimde cirit atıyordu.

Olayin vehametiyle en buyuk faktörü, çiş sorunsalını tamamiyla unutmuştum. O da inzivaya cekilmis gibi gorunuyordu. Ben de ucakta tuvalete gitmek yerine, cok mantiklica(!) bir hareket olan; yerimi bulup, oturmayi sectim. Bizim Ankara’ dan Kayseri’ ye giderken cam kenarina oturma hastaligi olan teyzelerden ben de enfeksiyon kapmis olmaliyim ki, hayatimin ikinci ucusunda da(ki kendisi ilkiyle ayni gun icindedir) cam kenarini tercih etmistim. Cunku ilk kez ucuyordum ve Bulgaristan’ in yuz olcumu benim icin cok onemli bir şeydi. Saymalıydım.

   Ancak atladığım bir şey vardi. Ben bu hastaligi otobus yolculuklarinda kaptigim icin uçakta kisilerin ucerli yan yana oturduklarini hesap edemedim ve dolayisiyla eger tuvalete gitme girisiminde bulunursam rahatsiz etmem gereken 2 kisi vardi. Tuvalet ise onemliydi. Cunku oturmami firsat bilen çiş, yine iade-i ziyarete gelmisti.
Baska bir hastaligim ise, yolculuk esnasinda otobuste bile yanimdaki yolcudan izin isteyip rahatsiz edememekti. Kaldi ki iki yolcu! Ben de Varsova’ ya kadar cisimi tutarak, bugun kacincisi oldugunu bilemedigim dahiyane fikirlerime bir yenisini daha ekledim. Yanimdaki Türk abiye sıkıştığımı caktirmamaya calisarak! Kendisi de yuksek lisans icin Lublin’ e gidiyormus.
 Havalimanina indik, beraber bagajlarimizi aldik. Buraya kadar her sey normal. Ardindan  bu arkadas “Ben bir sim kart duydum, Play’ mis adi. Gel alalim, ucuzmus.” gibi cilginca bir oneride bulundu. Ben de çişim beynime nüfuz etmeye basladigindan: “Dur hele iki dakika, bir su dokeyim aliriz.” diyemedim.

  Gittik bir dukkana; ben saniyorum ki adam yuksek lisans yapacak, ingilizceyi Birmingham aksaniyla konusuyordur. Sen hic agzini acma dedim kendi kendime. Ama degilmis. Bir yarim dakika suren sessiz bekleyisten sonra beyefendiden ses cikmayacagini fark edip basladim konusmaya. Cunku hava kararmaya baslamisti ve yabanci bir ulkede yalniz kalmaktan daha kotu bir sey varsa o da karanlik yabainci bir ulkede yalniz kalmakti.
Kasiyerin ingilizcesi yarim yamalak, benimki Allah’ a emanet… Bir şekilde iletiştik. İletişimciyim ya ben, ondan hep.

  Aldik kartlari, sanki su an en ihtiyacimiz olan sey sim kartmis gibi, taktik telefonlara. Ardindan bu abi demesin mi: “Senin ingilizcen iyi, benim otobusu bulmama yardim et.”
Haydi buyuuur… Tabi Türküm ben, durur muyum? “Aaa tabiig ne demek!”
Tipe bak. Ulan sen Varsova’ nin muhtari misin? Nasil yardim edeceksin? Ülkeden ayrilali taş çatlasa 3 saat olmuş, sen nereye kime yardim ediyorsun?

Soz agizdan cikti tabi, yakalayamadim da havada. Ben, çişim ve su an bile adini bilmedigim No-English yuksek lisans abi: havalimanindan ciktik, otobus terminalini gorduk. Hemen şoför bir abimize kostum, “Is this the bus of Lublin?” dedim. Abi bana “Hooog?” dedi. Ben de guvercince konusmaya basladim. Bilmeyenler icin guvercince: Bol el-kol hareketleriyle konusulan ve garip sesler cikarilan, ozel isimlerin yazildigi gibi ve yuksek sesle telaffuz edildigi dildir.
Abi: “Heee anladiiiim” sesleri cikardi guvercince. Ben de bizim yuksek lisans oglana: “Haydi buyur, kazasiz belasiz.” Dedim. Atladi gitti.

Birden bire cisim ve ben yine basbasa kalmistik. Saati control ettim. “Eyvahlar olsun!” Tuvalete girersem Polski Bus’ in internetten aldigim bileti yanacak. Yine kostum.

Tabi bu arada 175 numarali belediye otobusuyle metroya ulasmam gerek, ancak otobus duragi nerede hicbir fikrim yok.
Gelene gecene ekskuuz mii, ekskuuz miii diyorum ama ya ingilizce bilmiyorlar, ya da biliyorlar ama hepsinin acelesi var canina yandigimin memleketinde.
Gozume bir dayi kestirdim. Soyle tiknaz, seyrek sacli… dedim bu dayida civardaki her yeri bilen kiraathaneci tipi var, o bilir. Ingilizce olmasa da en kotu guvercince anlasiriz.
Gittim sordum bu otobusu nasil bulabilirim diye. Dayi bir elini kafasina bir elini beline koydu, bir saga dondu “Kurwa” dedi bir sola dondu “Kurwa” dedi.
“Aha!" dedim istasyonun adi bu, adam da nerede diye hatirlamaya calisiyor. Hemen tesekkur ettim ve oradan ayrildim. Cunku ben bir Turktum ve gerekli enformasyonu aldiktan sonra puzzle’ in parcalarini birlestirmek benim isimdi.
Kobra Takibi’ ndeki gururumuz Alamanci polis Semih ciddiyeti ile duraklarda “Kurwa” ismini aramaya basladim. Tabi cisim hala benimle. Canim benim. Vefakar iste.


Kobra Takibi, Tom ve Semih. Sagdaki Semih.

Ben hala farkinda olmadan, yuksek sesle ”Kurwaa? Kurwaa???” diye durak ararken, insanlar da bu beyinsiz neden Kurwa diye tabelalara bagiriyor acaba surat ifadesiyle bana bakiyordu. Ancak hicbir yerde Kurwa Istasyonunu bulamadim. Tam oldugum yere kucuk abdestimi yapmak uzereydim ki, geldi gonlumun efendisi. 175... Tum ihtisamiyla onumde.




Attim kendimi iceri. Bilet almak gerek haliyle; sofore soruyorum, pos biyik bana Lehce yazilari gosteriyor boyle yapacaksin diye. Dayi ben Lehçe bilsem niye sana Ingilizce sorayim? Zaten çişim başimdan aşkın!
Otobusten; Irakli, Ingilizcesi gayet iyi olan, altin kalpli bir abi bana yardim etti. Bileti aldim. Yetinmedi beni Metro istasyonuna kadar goturdu. Bileti nasil alacagimi bir kez daha gosterdi. Tesekkur ettim, dagildik.

Metroya bindim, inecegim duraği da biliyorum ama çıktıktan sonra ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok. Hemen gözüme iki valiz taşıyan bir kızı kestirdim. Çisin en buyuk getirisi analitik düşünme kabiliyeti olsa gerek.

Usulca yanastim ve tipki Arif Susam gibi: ”Pardon, bir dakika bakar misiniz?” dedim. “Tabi.” Dedi.
“Ummet Muhammed askina Polski Bus’ a gidiyorsan beni de al yanina, bir de ne olur orada tuvalet var de bana!” dedim. Güldü, “Gel benimle” dedi. (Ummet Muhammed askina Ingilizcede nasil soylenir: For ummah’s, Mohammad’s sake)

Bu ablamız; Varşova çıkışlı, Dagadana isimli bir Polonya folk müzik grubu solistiymiş. Bana gruplarının fotoğrafı basili bir kartpostal verdi, konserlerine davet etti. Öyle yardımseverdi ki bana tuvalet buldu. Bunun ne demek olduğunu yaşamayan bilemez.
DAGADANA

Dagadana’ nin yaptigi müziği merak edenler: tık  (Mavi bluzlu çılgın saçlı olan solist, benim icin hızır)

Yaklasik on dakikalik bir nirvanadan sonra tekrar hayata ve de ablamizin yanina dondum, muhabbete basladik.

Sonra onun otobusu geldi, gitti. Yarim saat sonra ben de Toruń’ a dogru yola ciktim. Bu arada sehirlerarasi otobuslerinde sistem bizdeki belediye otobusleri gibi. Koltuk numaran yok, neresi denk gelirse oturuyorsun.
5 saatlik otobus yolculugunun ardindan Toruń’ a 23.30 sularinda vardim. Aksam 22.30’ dan sonra hicbir belediye otobusu ya da tramvay calismadigindan, mentorum(Akil Hocam) bir arkadasinin arabasiyla beni almaya geldi. Kalan son enerjimle, tanisma faslindan sonra arabaya bindim.
Mentorum Michał ve arkadasi Kuba; kendi aralarinda Lehce konusurlarken, o sihirli kelimeyi bir kez daha duydum: “KURWA!”
Dedim ki: “Nedir bu kelimenin kerameti? Aradim taradim boyle bir istasyon yok. Sabah basima söyle bir olay geldi benim.”

Kuba arabayi sağa cekti, yarim saat kadar güldüler. Ben hala aciklama bekliyorum o esnada. Meger bu ''kurwa...'' Yemezleeer. Ben ogrenene kadar bir gün harcadım, öyle kolay söyler miyim? Merak edenleriniz Google Ceviri disinda herhangi bir Lehce-Turkce ceviri programindan kolayca ogrenebilirler. Google yanlis ceviriyor, denedim.

21 Haziran 2016 Salı



🌾 Bence dünya jüpiter'e inceden yanık. Venüs Jüpiter'de fenâ hâlde plâtonik. Alının mora dönüşü gezegenin bazen bu yüzden... Sevmek güzel. Hayır değil; yalnızca gerçek sevmek güzel. Sevmenin melânkoliyle yok bir hemhâli, bir hanımeli bahçesi dinginliği kendisi... Kokusuyla hayatı önce öteleyen, sonra olmadığı kadar çevreleyen.🌾











"Uçsuz bucaksız bir ormana keşifkâr bakar gibiydin. Şimdilerde bir ağaç gölgesi dinginliği..." Heyecanını yitiren yeknesan hayatta uzun kalmışım sende, farkında değildim... Bu dinginlik kimi ürkütmez? 

19 Haziran 2016 Pazar

''Mutlaka Okunması Gereken Kitaplar'' Listelerinde Bulunmamasıyla Hayrete Düşüren İki Kitap Tavsiyesi

   Şuralarda bir yerlerde bir blogum olacaktı.Şurada da belki görüşmeyeli uzun zaman olmuş özlenen takipçileri vardır. Yazın yeniden gelmek üzere terkedilen bağ evine dönmüş buralar. Dönmeseymiş iyiymiş ama olsunmuş. Bağ sezonu açılmış, herkes şehirden bağına taşınmış nihayetinde. Satırlarımın İç Anadoluluğuna engel olamıyorum bi' saniye...

   Her şey yerli yerinde mi?  Hayat yerli yerinde mi? Yoksa yersizliğiyle bir düzen tutturmuş da kendince tıkırında mı? Benimki fena sayılmaz. Sadece yeni bir şehre taşınmanın ilk zamanlarındaki alışılamamışlığı var üzerimde. Yeni biriyle tanışmanın yanıla yanıla keşfi var. Mezun oldum da biraz, bahsim ondan. Bu temelli sükunet bana göre değil yalnız, biri koşuşturmalarımı geri versin. Biraz da vurucu birkaç kitap... Ben başlatayım dilerseniz.

  Roman okumalarıma bir müddet ara verip sektör kitaplarına sardığım bir dönemde elimde çiçeği burnunda ödüllü sitemiz sosyalayraclar 'da yazdığım Toyota Ruhu kitabıyla gezdiğimi gören bir arkadaşım ''Tamam bunlar da lazım ama ruhunu aç bırakıyorsun.'' dedi. İki de kitap tavsiye etti. Kendisi pek kıymetli olup, öykü de yazan sevgili birgaripfelsefimiskin (bloguna göz at) ne tavsiye etse okurum. Bir kitabı çok sevdiyse o kitap için; ''Bu kitap olmasaydı dünya dönmezdi.'' der. Koşarak o kitabı almaya götürür insanı.

  Sonunda silkinip kendime geldiğimde gerçekten hiçbir ''mutlaka okunması gereken kitaplar'' listesinde bulunmayan ve bulunmadığı için ekstra sevdiğim iki kitaptan ilki olan ''Kumral Ada Mavi Tuna'' romanında kaybolurken buldum kendimi.


1)  Kumral Ada Mavi Tuna- Buket Uzuner


 Tellerin üzerine asılı duran bir çift hüzünlü konversin bulunduğu kitap kapağıyla dikkatimi ilk etapta çektiği kadar ancak okuduktan sonra yüreğinizi burkacak bir kapak resmine sahip olduğunu anladığınız ''Kumral Ada Mavi Tuna'' bir Buket Uzuner romanı. Bu kitap gerçek sevginin romanı. Tuna'nın Ada'sına duyduğu aşkın romanı. Yaklaşık beş yüz sayfa ve ben hiç unutmuyorum, bu kitabı okumaya başladığım zaman kıştı. Kar yağıyordu.Ve ben okulda, tramvayda, gürültülü gürültüsüz ortam hiç fark etmez aralıksız bu kitabı okuyordum. Eve gidip battaniyenin altına kıvrılıp okuyayım diye can atıyordum. Heyecanımın genel olarak azaldığı bir dönemden geçtiğim bu süreçte bir şeye bu denli tutku duymak bana çok iyi gelmişti.  Ada'yla kurduğum benzerlik, Tuna'da kısmen kendini buluş. İkisinin birbirine duyduğu imrenilesi sevgi... Bir duygu ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi dedirtti.Günümüz aşklarının anlatıldığı popilist aşk romanlarından benim gibi hazzetmeyen ''gerçek sevgi'' tutkunları mutlaka okumalı. Yalnız ufak bir kötü haberim var: Kitabı bitirdikten sonra bir müddet başka bir kitap okuyamayabilirsiniz. Çünkü bazı kitaplar böyledir; kendinden sonra kolay kolay başka bir kitap okutmaz.

“Şimdi artık biliyorum ki, bütün yaşantımız içinde ancak bir kaç kişiye böyle hak tanırız. Onu şımartır, yüz verir, alttan alır ve hatta ona teslim bile oluruz. O da bunu, zaten taa en başından bilmektedir. Eğer çok şanslı değilseniz, karşınızdaki şımarır, ipin ucunu kaçırır. Bİn pişman olur, incinir, düşkırıklıklarıyla yaralanır ve acı çekersiniz sonunda. Bazen, çok ender de olsa şanslısınızdır ve bir mucize yaşarsınız. Çünkü, karşınıza dilinize akraba biri çıkmıştır. ( Tanrım mucizeleri ne çok seviyoruz böyle! )''

2) Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra- Barış Bıçakçı 



    Ve son okuduğum kitap olan ''Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'' 
Bir Barış Bıçakçı kitabından beklenilen ölçüde sade. Bu kez kitap kapağı değil öykünün kendisi son derece sade. Barış Bıçakçı son zamanların minimalist öykü yazarı olarak anılıyor keza.

 Yaşanan olayların aslında bir ehemmiyeti yokmuş gibi bir duygunun arkasından çeker sizi Barış Bıçakçı. Bu öyküsünde de tıpkı böyleydi. Kitabı bitirdiğim halde hala etkisinden çıkamadım, Her gün rastgele bir bölümünü açıp okuyorum. 
Her sayfasında bir ekşın bekleyenlere tavsiye edemeyeceğim bu kitabı durum öykülerinden hoşlananlar mutlaka okumalı. 

''Küçük şeylerden filizlenen, büyüyen balta girmemiş orman. Ona yazgı diyoruz ama masa saatinin içine nasılsa girip altı rakamının dibinde ölmüş kalmış küçük bir sinek de diyebiliriz. Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.''



Sizin de kimselerin bilmediği bilse de mutlaka okunması gerekenler listesine almadığı kıyıda köşede kalmış şahane kitap tavsiyeleriniz varsa yazının altına yorum bırakabilirsiniz. Dev mutluluklar yaşayalım birlikte.

 Görüşmek üzere, keyifli okumalar! :)












 

















22 Mart 2016 Salı

İletişim Sektöründe Staj Yapacak Öğrencilere 9 Tugceliyorum Tavsiyesi

  Merhabalar :)
 
  Uzun zamandır buluşamıyoruz, buna üzülürken sizden gelen ''Yeni yazı yok mu?'' soruları beni nasıl mutlu etti anlatamam. Öncelikle bunun için teşekkür ederim. Blogu çok özledim ve söz veriyorum artık yoğun bir dönemden geçtiğim bu günlerde daha az ihmal edeceğim. :)
    Peki sizin şu an içinde bulunduğunuz durumun düşünceliliğinin mahsunluğunun güzelliğine ne demeli?  Hangi durumdan mı bahsediyorum? Staj kurumu arayışına girdiğiniz bu günlerdeki durumunuzdan.
    Gördüğüme göre staj kurumu araştırmalarına başlamışsınız ve kafanızdaki deli sorular da durur mu beraberinde belirmiş. Nur topu gibi bir sendromunuz olmuş, hayırlı olsun.
 Sendrom diyorum ama bu biraz sizin pencerenizden. Hatırlıyorum, öyle bir kaygıydı ki herkes tatil yaparken çalışacak, üzerine de para alamayacaktık. Kayseriliyim ya bizi bozan şeyler... Sonunda aldım da namı kurtardım o ayrı. :)
    Naylon staj yapmayı bile düşünmüştüm. ''Ben daha ne biliyorum da ne katacağım koca şirkete?'' düşünceleri de cabası…Ama başladığımda anladım ki kaygılanacak bir şey yokmuş ve iyi ki iyi ki normal staj yapmışım. Anlatacağım nedenini nasılını dur...
     Ama önce gelin kafamdaki deli soruları nasıl cevapladım, hangi yanlışları yaptım, hepsini sıralamaya çalışayım. Ben yandım eller yanmasın deyu oturdum bunları yazıyorum velhasıl.

     Hadi ufaktan başlasak mı artık?


 1) İlk olarak...Staj kurumu araştırmaları beyninizi yakmasın..



     Staj yaptığınız yer değil, üç yıl boyunca kendinize ne kattığınız önemli olan. Evet klişe ama bir klişe olması doğruluğunu değiştirmiyor değil mi?  Yana yana ''İstanbul’dan başka yerde staj yaparsam halim n’olur?'' diye kara kara düşünmeyin. Zira ben ''Stajını ne yap ne et İstanbul'da yap!'' ikazlarına inanmayanlardanım.
    Ya ama Ayşe stajını A Ajans'ta ayarlamış, Ali B Ajans'ta ayarlamış... Bikbikbikbik...
     Bulunduğunuz şehirlerde de Halkla İlişkiler, Reklam, Sosyal Medya, Gazetecilik, Televizyon gibi sektörler var. Sen geliştirmezsen, ben geliştirmezsem nasıl çıkacak bu iletişim sektörü aydınlığa? Soruyorum o güzel dimağından bu memleketler de istifade etmesin mi? Etsin bir zahmet. Bizi yalnızca ve yalnızca ''çalışmak'' kurtaracak.
     Şimdi sen de haklısın diyeceksinki; ''CV'mde çok hoş durmaz mı İstabul'dan bir staj kurumu?'' Durur tabiiki ama içini ne kadar doldurabildiğine bakıldığından ilk günden ortaya çıkar durumlar. Ama sen daha küçük bir yerde büyük fark yaratırsan bu da son derece cezbeder CV'ni, demem o... Karar senin.
     Hadi diyelim kurum bulmasıydı, seçmesiydi derken akla karayı seçtin ve sonunda ilk aşama tamam...
     Başladın staja.
     İlk gün...
     Elinde staj defteri...
     Kendini koca şirket, plaza, ofis her neyse orada minik bir böcek gibi hissediyorsun.
     Yahu herkes harıl harıl çalışıyor, ne faydam dokunur ki şimdi buraya?
     Hay Allah bilmediğim bir sürü kelime havada uçuşuyor.
     Reklam kampanyası hazırlıyorlar şurada... ''O öyle olmaz, reklam yazıya boğulmaz.'' de diyor şeytan diyemiyorsun da...
     ''Hoff bi' Instagram'a gireyim bakayım kankiler n'apıyor?''
      ''Stajda ilk gün keyfiiiii'' pozunun masabaşında işyeri sahibi gibi verileni makbuldür. Vay Ayşe'nin keyfi yerinde görünüyor.
       İlk günden gün saymaya başladımcı bedler kuşağında da Ali var...
       Bunlar stajyer'in fransızca bir kelime olduğunu ve anlamının kölelik olduğunu her fırsatta söyleyen pesimist bireylerdir... Mutsuz bir şekilde çekilmiş selfieleri günbegün paylaşılır...