15 Temmuz 2016 ANKARA
Bu yazımda her zaman olduğu gibi keyifli bir giriş yapıp mutlu kremalı makarnalardan ya da tuğçelediğim herhangi bir andan bahsetmek isterdim ama bu kez öyle olmayacak. Hepimiz için talihsiz biz Sosyal Ayraclar ekibi için dibine kadar mutlu, bir o kadar da acılı anlardan bahsedeceğim. Tıpkı hayat gibi; bu kez acısıyla tatlısıyla bir yazı olacak. Heyhat!
Bildiğiniz üzere benim Sosyal Ayraçlar isminde bir ekibim var. Pazarlama İletişimi ve Sosyal Medya ile alakalı kitapları ve filmleri tarayıp yazılar yazıyoruz. Çiçeği burnunda sitemiz TRT Geleceğin İletişimcileri Yarışması'nın blog dalında ilk üçe girdi. Ta taaamm! Mutluluktan uçuyoruz. Emeğinin karşılığını almak nasıl bir duygudur anlatamam, emeklerinin karşılığını alanlar bir adım öne çıksın. Günlerce Ankara'da TRT stüdyolarında gerçekleştirilecek olan yarışma gününü iple çektik. Günler suda sabun gibi eridi ve 15 Temmuz'a sadece iki gün kaldı. Bu esnada Erasmus tecrübelerini aktardığı yazısından tanıdığınız yakın arkadaşım Berna ve diğer gezgin arkadaşım Bilge ile Ankara'ya geçmeden evvel bir Kapadokya turu yapalım dedik. Tipik Kayserili itemi! Başka şehre geçmeden evvel dibindeki Kapadokya'ya muhakkak uğrar, bi' hatrını alır, enfes balon manzaraları ve peri bacaları eşliğinde günü doğurur öyle geçer hangi şehre geçecekse...
Ne güzel bir gündü; sıkıntısız, neşeli, kız kıza... Ertesi günün hayatımda yaşayacağım en kötü gün olacağını nereden bilebilirdim. Üstelik ilk gençliğimden beri her zaman yeri bende ayrı olan tutkuyla sevdiğim şehir Ankara'da yaşanacağını... Yani sen dur dur, biz iki gün Ankara'ya uğrayalım... Hay bin talih! diyeceğim de diyemiyorum... Şansa laf edilmesinden hoşlanmıyorum çünkü benim bu ailede namım bugüne kadar ''Tuğçe hep dört ayağının üstüne düşer'' şeklinde söylenegeldi. Garabet bir Temmuz ayı yüzünden yirmi üç yılı çöpe atamam. Direniyorum acılarına yine dünya! Bir de kelimelerin gücüne fazlasıyla inanıyorum, ''Şanssızım'' denince şanssızlık mıknatıs gibi çekiliyor. O yüzden ''Vardır bunda da bi' şans!'' de geç. Zaten ablamın olayların en sıcak olduğu anlarda kan beynime sıçrarken verdiği ilk moral cümlesi; ''hadi yine anlatacak bi' şeyin var, iyisin.'' Oldu. İyi miyim? Nasıl ya? Ben öleyazdım ama? ''Beni beni Bihter'ini'' böyle mi yatıştıracaksın? La havle!
''Bir günde 365 gün'' adlı bir eser var mı bilmiyorum ama biz o gün o eseri yazdık!'' Otele sağ olsun Ali'nin yardımıyla apar topar kendimizi atabildiğimizde odamıza çıkarken Fatma'yla yaptığım konuşmayı hatırlıyorum.'' Fatma beni silk ve kendime getir. Kabusta mıyız? Uyanınca geçer ya ne zaman uyanıcaz?!'' Ben hayatımda en fazla depremi yaşadım, o da bir '99 depremi filan değil. O yüzden yaşasam yaşasam böyle bir günü o ana kadar kabuslarımda yaşamışımdır, o da uyanınca bir ''oh'' dersin geçer. Bekliyorum, geçmiyor. Üstüne bir de çok yakınımızda bomba patlıyor. Otel sallanıyor, otelin ön kısmının camları yerle bir... Nereye kaçacağımızı şaşırıp birbirimize sarılıyoruz. Herkes bağırmaklı, ağlamaklı... Bir arkadaşımızın astım krizi geçirecek gibi olduğunu fark ettiğimiz an diğerlerinin toparlanıp kendine geldiği an oluyor. Kendini unutup onu düşünmeye başlıyorsun. Sanıyorum en özel anlardan biriydi. Yaşamasam o anı, cesurca kendimi toparlayıp başkası için uğraşabileceğim aklıma gelmezdi. Oluyormuş. Sandığımızdan daha güçlüymüşüz meğer, sandığımızdan daha aciz...
Ödül gecesini televizyondan takip eden yakınlarımız, arkadaşlarımız aramaya başlıyor. Sanıyorum yaklaşık bir saat ortalıkta dışarı düşen gözlerimle ruh gibi gezinip hiçbir şey konuşamadım. Otel bu kadar sarsılırken, olayların tam göbeğindeyken ''bu gece burada ve hayatta son gecemiz olacak ya da otelde mahsur kalacağız bir kaç gün muhtemelen.'' diye düşünmeye başladım. Ne düşünebilirim ki o esnada? Kulaklarımdan gitmiyor uçak sesleri, bomba sesleri, çığlıklar... Tüm bu hisleri yaşarken merak edip arayan herkesi ''Güvendeyim, iyiyiz'' şeklinde yatıştırdım. Hayaller, hayatlar kepsi gelecek buraya.
Gece bir buçuk sularında aldığımız telefon yüreğimize bir nebze de olsa su serpmeye yetti. ''Olaylar duruluyor.'' Bir nefes ''oh!'' çektik. Sabaha karşı beş suları sızmışız koridorda...
Dört saatlik uykunun sonunda uyanıyorum, ama hala kabustan uyanmış değilim. Ardı arkası kesilmeyen son dakika haberlerinin içine açıyorum yine gözlerimi. Berbat haldeyiz, ama kahvaltı zamanı. İki saat sonra ölecek olsam yemeği affetmem. En son bir gün önceden saat üçte yediğimiz kebapla duruyorum. Zaten oradan da künefe yemeden çıkmıştık. İçimize oturdu, akşamında aç sefil ölümü beklerken öğlenki o hoyrat tavırlarla ''gerek yok, yemeyelim'' demeler... Nereye gerek yok? Yemek buldun yiyeceksin. bundan sonra böyle!
Öğle saatleri... Otelden bir telefon. ''Odayı boşaltmanız gerekiyor.'' Nereye yahu nasıl? Sen ne dediğinin farkında mısın? Güvende bir yere çıkana kadar buradayız. Sonuç olarak bir kriz anı ve siz de bu ortamı sağlamak zorundasınız. Halkla İlişkilerci yönümün bana verdiği bilgiye dayanarak konuşuyorum. Kem küm bir şekilde kabul etmek zorunda kaldılar.''Hayat devam ediyor'' söyleminden nefret ediyorum ama ne kadar doğru yine... ''Ateş düştüğü yeri yakıyor.'' söylemi de keza öyle... Yanındakini, kendi kadar düşünen birini gördüğüm zaman umudum tazeleniyor ama genelde tam aksi olduğu için, ölümden döndüğüm o anlarda korkup üzülmediğim kadar üzülüyorum insanlığın bu haline...
Ertesi gün saat beşte Kayseri'ye biletimiz var. Gel gör ki beni kimse ikna edemiyor. ''Hayır beni bugün Aşti'ye kimse götüremez! Iıı-ııh gitmiycem!'' (GÖTÜRDÜLER) Üzerimde otelin koridorundaki halının üzerine yatıp sabahladığım kıyafetlerim var. Sefiller mode on. Dün geceden beri ev sahibi olmanın da etkisiyle aklı çıkan Berna Aşti'ye gelmiş bizi bekliyor. Canını tehlikeye atışının haddi hesabı yok, hakkı ödenmez. Bu pespaye halle dışarı çıkmış olmamdan olayların bendeki etkisinin büyüklüğüne daha çok kanaat getiriyor Berna. Bir an evvel evime varmak istiyorum. Bir elimizde de gecenin ironisini her an hatırlatan ödülümüz var...
Otobüse biniyoruz. Berna'nın hüzünlü, korkulu bakışları arasında yola koyuluyoruz. Fatma'yla ''Kurtulduk mu şimdi?'' bakışı atıp sarılıyoruz. Ne çok şey yaşadık beraber... O gece o kadar çok güçlü durmak zorunda kaldık ve aslında yaşayamadık ki acıyı, sarılıp sarmalamaları... Bir an iplerden boşanıp koyverdik gözyaşlarını aynı anda. Normalde aramızda gizli bir anlaşmadır; ben kötüysem o toparlar kelimelerin gücüyle, o kötüyse ben diretirim iyiliğe, umuda... Bu kez öyle olmuyor; aynı anda bırakıyoruz kendimizi. Aslında bıraktığımızı sanıyoruz, çünkü yolculuğun Kayseri'ye olmasının Ankara'dan uzaklaşmak dışında bir anlamı daha var; yüksek lisans başvurusu yapacağız. Dinlenmeden, bir durup anlamlandıramadan yaşananları, hayat telaşı yine başımızda bitiyor. Ama eğer hayattaysan hala tüm olumsuzluğuna inandığın şeylere rağmen, yapılacak tek şey var; yaşamaya devam etmek. I'm alive despite all! You know?
Nihayetinde yirmi üç yıllık şansımı sorguladığım zamanlar, travmalar geride kalıyor ve tezli yüksek lisansı kazandığımızın haberini alıyoruz. Birlikteyiz...Sevdiğimiz yerde, sevdiğimiz insanlarla. Çalışmaya aynen devam! :)
Güzel haberler o günleri unutturmak istercesine ard arda geliyor ve ben iş görüşmesine giderken buluyorum kendimi. Hiç aklımda yokken hem de... Olumlu geçiyor, çalışmaya başlıyorum. Yeni bir hayatın kollarındayım artık. Fırsat buldukça koşarak buralarda tuğçeliyor olacağım, beklerim. :)
Yine ne güzel büyüttün bizi hayat, bitmez senin büyütmelerin, çekişmelerin, sürprizlerin. Gönder öyleyse, gönder gelsin!
Görüşmek üzere!
Ne güzel bir gündü; sıkıntısız, neşeli, kız kıza... Ertesi günün hayatımda yaşayacağım en kötü gün olacağını nereden bilebilirdim. Üstelik ilk gençliğimden beri her zaman yeri bende ayrı olan tutkuyla sevdiğim şehir Ankara'da yaşanacağını... Yani sen dur dur, biz iki gün Ankara'ya uğrayalım... Hay bin talih! diyeceğim de diyemiyorum... Şansa laf edilmesinden hoşlanmıyorum çünkü benim bu ailede namım bugüne kadar ''Tuğçe hep dört ayağının üstüne düşer'' şeklinde söylenegeldi. Garabet bir Temmuz ayı yüzünden yirmi üç yılı çöpe atamam. Direniyorum acılarına yine dünya! Bir de kelimelerin gücüne fazlasıyla inanıyorum, ''Şanssızım'' denince şanssızlık mıknatıs gibi çekiliyor. O yüzden ''Vardır bunda da bi' şans!'' de geç. Zaten ablamın olayların en sıcak olduğu anlarda kan beynime sıçrarken verdiği ilk moral cümlesi; ''hadi yine anlatacak bi' şeyin var, iyisin.'' Oldu. İyi miyim? Nasıl ya? Ben öleyazdım ama? ''Beni beni Bihter'ini'' böyle mi yatıştıracaksın? La havle!
Bir Günde 365 Gün!
''Bir günde 365 gün'' adlı bir eser var mı bilmiyorum ama biz o gün o eseri yazdık!'' Otele sağ olsun Ali'nin yardımıyla apar topar kendimizi atabildiğimizde odamıza çıkarken Fatma'yla yaptığım konuşmayı hatırlıyorum.'' Fatma beni silk ve kendime getir. Kabusta mıyız? Uyanınca geçer ya ne zaman uyanıcaz?!'' Ben hayatımda en fazla depremi yaşadım, o da bir '99 depremi filan değil. O yüzden yaşasam yaşasam böyle bir günü o ana kadar kabuslarımda yaşamışımdır, o da uyanınca bir ''oh'' dersin geçer. Bekliyorum, geçmiyor. Üstüne bir de çok yakınımızda bomba patlıyor. Otel sallanıyor, otelin ön kısmının camları yerle bir... Nereye kaçacağımızı şaşırıp birbirimize sarılıyoruz. Herkes bağırmaklı, ağlamaklı... Bir arkadaşımızın astım krizi geçirecek gibi olduğunu fark ettiğimiz an diğerlerinin toparlanıp kendine geldiği an oluyor. Kendini unutup onu düşünmeye başlıyorsun. Sanıyorum en özel anlardan biriydi. Yaşamasam o anı, cesurca kendimi toparlayıp başkası için uğraşabileceğim aklıma gelmezdi. Oluyormuş. Sandığımızdan daha güçlüymüşüz meğer, sandığımızdan daha aciz...
Gece bir buçuk sularında aldığımız telefon yüreğimize bir nebze de olsa su serpmeye yetti. ''Olaylar duruluyor.'' Bir nefes ''oh!'' çektik. Sabaha karşı beş suları sızmışız koridorda...
Dört saatlik uykunun sonunda uyanıyorum, ama hala kabustan uyanmış değilim. Ardı arkası kesilmeyen son dakika haberlerinin içine açıyorum yine gözlerimi. Berbat haldeyiz, ama kahvaltı zamanı. İki saat sonra ölecek olsam yemeği affetmem. En son bir gün önceden saat üçte yediğimiz kebapla duruyorum. Zaten oradan da künefe yemeden çıkmıştık. İçimize oturdu, akşamında aç sefil ölümü beklerken öğlenki o hoyrat tavırlarla ''gerek yok, yemeyelim'' demeler... Nereye gerek yok? Yemek buldun yiyeceksin. bundan sonra böyle!
Öğle saatleri... Otelden bir telefon. ''Odayı boşaltmanız gerekiyor.'' Nereye yahu nasıl? Sen ne dediğinin farkında mısın? Güvende bir yere çıkana kadar buradayız. Sonuç olarak bir kriz anı ve siz de bu ortamı sağlamak zorundasınız. Halkla İlişkilerci yönümün bana verdiği bilgiye dayanarak konuşuyorum. Kem küm bir şekilde kabul etmek zorunda kaldılar.''Hayat devam ediyor'' söyleminden nefret ediyorum ama ne kadar doğru yine... ''Ateş düştüğü yeri yakıyor.'' söylemi de keza öyle... Yanındakini, kendi kadar düşünen birini gördüğüm zaman umudum tazeleniyor ama genelde tam aksi olduğu için, ölümden döndüğüm o anlarda korkup üzülmediğim kadar üzülüyorum insanlığın bu haline...
Ertesi gün saat beşte Kayseri'ye biletimiz var. Gel gör ki beni kimse ikna edemiyor. ''Hayır beni bugün Aşti'ye kimse götüremez! Iıı-ııh gitmiycem!'' (GÖTÜRDÜLER) Üzerimde otelin koridorundaki halının üzerine yatıp sabahladığım kıyafetlerim var. Sefiller mode on. Dün geceden beri ev sahibi olmanın da etkisiyle aklı çıkan Berna Aşti'ye gelmiş bizi bekliyor. Canını tehlikeye atışının haddi hesabı yok, hakkı ödenmez. Bu pespaye halle dışarı çıkmış olmamdan olayların bendeki etkisinin büyüklüğüne daha çok kanaat getiriyor Berna. Bir an evvel evime varmak istiyorum. Bir elimizde de gecenin ironisini her an hatırlatan ödülümüz var...
Otobüse biniyoruz. Berna'nın hüzünlü, korkulu bakışları arasında yola koyuluyoruz. Fatma'yla ''Kurtulduk mu şimdi?'' bakışı atıp sarılıyoruz. Ne çok şey yaşadık beraber... O gece o kadar çok güçlü durmak zorunda kaldık ve aslında yaşayamadık ki acıyı, sarılıp sarmalamaları... Bir an iplerden boşanıp koyverdik gözyaşlarını aynı anda. Normalde aramızda gizli bir anlaşmadır; ben kötüysem o toparlar kelimelerin gücüyle, o kötüyse ben diretirim iyiliğe, umuda... Bu kez öyle olmuyor; aynı anda bırakıyoruz kendimizi. Aslında bıraktığımızı sanıyoruz, çünkü yolculuğun Kayseri'ye olmasının Ankara'dan uzaklaşmak dışında bir anlamı daha var; yüksek lisans başvurusu yapacağız. Dinlenmeden, bir durup anlamlandıramadan yaşananları, hayat telaşı yine başımızda bitiyor. Ama eğer hayattaysan hala tüm olumsuzluğuna inandığın şeylere rağmen, yapılacak tek şey var; yaşamaya devam etmek. I'm alive despite all! You know?
Nihayetinde yirmi üç yıllık şansımı sorguladığım zamanlar, travmalar geride kalıyor ve tezli yüksek lisansı kazandığımızın haberini alıyoruz. Birlikteyiz...Sevdiğimiz yerde, sevdiğimiz insanlarla. Çalışmaya aynen devam! :)
Güzel haberler o günleri unutturmak istercesine ard arda geliyor ve ben iş görüşmesine giderken buluyorum kendimi. Hiç aklımda yokken hem de... Olumlu geçiyor, çalışmaya başlıyorum. Yeni bir hayatın kollarındayım artık. Fırsat buldukça koşarak buralarda tuğçeliyor olacağım, beklerim. :)
Yine ne güzel büyüttün bizi hayat, bitmez senin büyütmelerin, çekişmelerin, sürprizlerin. Gönder öyleyse, gönder gelsin!
Görüşmek üzere!